Ana içeriğe atla

Kaygı Yazı Dizisi / 'Neden Kaygılıyım?'



Kaygı yazı dizisinin ikinci yazısında, kaygının nedenlerinden genel olarak bahsedeceğim; ardından bu nedenlerden değiştirilebilir olanlarını daha detaylı anlatacağım. Kaygının nedenlerinden bahsetmeden önce kaygının dünyadaki görülme sıklığı hakkında bilgi vermek isterim.
Amerika’da yapılan araştırmalara göre, yetişkinlerin %28.8’i hayat boyu kaygı bozukluğu yaşamaktadır. Kaygı bozukluğu olan kişilerin %22.8’i “şiddetli” derecede kaygı yaşamaktadır. Ayrıca kaygının cinsiyete göre farklılaştığı görülmüştür. Bulgulara göre, kadınların erkeklere göre hayatları boyunca kaygı bozukluğu yaşama ihtimali %60 daha yüksektir. Kaygı bozukluklarının ortalama başlangıç yaşının 11 olduğu görülmüştür. Dünya Sağlık Örgütü (WHO)’nün 1990-2013 yılları arasındaki ölçümlerine göre, depresyon ve/veya kaygı bozukluklarından muzdarip kişilerin oranı neredeyse %50 oranında (416 milyondan 615 milyona) yükselmiştir. Bu rahatsızlıklar dünya nüfusunun neredeyse %10’unu etkilemektedir.

Yukarıdaki istatistiklere bakıldığında, kaygının her geçen gün arttığı ve dünya nüfusunun ciddi bir kısmını etkileyen global bir problem haline geldiği görülmektedir. Kaygı bozukluklarının altında yatan nedenler arasında genetik faktörler, kişilik özellikleri, sosyal etkenler, biyolojik faktörler yer almaktadır. NIMH’nin verilerine göre, kadın olmak, ekonomik yetersizlik, stresli çocukluk ve yetişkinlik dönemi olayları, boşanmak, dul olmak, aile üyelerinde veya yakın akrabalarda kaygı bozukluğunun olması, anne-babada mental bozuklukların olması kişide kaygı bozukluğu görülme riskini arttırmaktadır. Bu yazımda, kaygının değiştirilmesi mümkün olan nedenlerinden bahsedeceğim çünkü bu noktada bir farkındalığın kazanılmasının, kaygıyla olan ilişkimizi sorgulamamıza ve kaygıya karşı pozisyonumuzu yeniden belirleyebilmemize yardımcı olacağı kanaatindeyim. Bu bağlamda üç nedenden bahsedeceğim: (1) kontrolcülük, (2) mükemmellik, (3) yüksek beklentiler.

Kontrolcülük

Modern öncesi dönemde insanların kendilerine ve çevresindeki her şeye ilişkin algıları modern dönemde yaşayan insanın algılarından oldukça farklıydı. Çevre (yani insanın kendi dışındaki herşey), adapte olunması gereken, şartları öğrenilerek ayak uydurulması gereken bir şey; insan ise belirli sınırları olan, kısıtlı bir kapasiteye sahip bir canlı olarak görülmekteydi. Modern dönem insanının çevre algısı ise, değiştirilebilir, eğilip bükülebilir, bir kalıba sokulabilir bir nesne; ve insan algısı kontrol edebilir, kapasitesinin sınırları tam olarak belirli olmayacak derecede engin, manipülatif bir canlı şekline dönüşmüş durumda. Bu algı değişikliği insanın hayata dair beklentilerinin, bakış açısının, değerlendirmelerinin ve çıkarımlarının da değişmesine neden olmaktadır. Eğer insan kontrol etme derecesini olduğundan fazla tahayyül ediyorsa, çevresel etkenlerin kontrol edilemez olanlarını da kontrol edilebilir sınıfına dahil ederek onları da manipüle etmeyi dener. Kontrol sınırının genişlemesi bir güvenlik hissi getirir gibi düşünülür fakat aslında kişiye ekstra bir yük yüklemektedir. Bir “kontrol edilmesi gerekenler listesi” yapmaya kalksak ucu bucağı olmayan bir uzunlukta olabilir. Bu uzun ve uzamaya devam eden listeler insanı aşan bir noktaya ulaşır. Bu yükün altında ezilen insan hayal kırıklığı, başarısızlık hissi, güvensizlik, belirsizlik, sıkıntı hali, tükenmişlik ve en çok da kaygı ve endişe hali yaşamaya başlar. Bu noktaya gelindiğinde yapılması gereken kontrol kapasitemizin sınırlarını yeniden çizmek, yüklü algılarımızı yeniden değerlendirmektir.

Mükemmelliyetçilik

Birçok araştırmada kaygılı kişilerin mükemmelliyetçi bir bakış açısına sahip olduğu görülmektedir. Mükemmelliyetçi bir bakış açısına sahip kişiler her şeyin en güzel şekilde yapılması gerektiğini düşünürler. Bu kişiler bir işi ya kusursuz, eksiksiz yaparlar ya da yapmazlar. En ufak bir hata kabul edilemez. Küçük bir yanlış yapıldığı takdirde o iş olmamış kabul edilir ve %1’lik bir hata %100’lük bir hata gibi değerlendirilir. Bu mükemmelliyetçilik algısını tetikleyen en önemli unsurlardan birinin medya olduğu kanaatindeyim. Örneğin, reklamlarda “mükemmel”, “kusursuz”, “%100” gibi ifadeler oldukça sık kullanılır. Benzer şekilde, yine medyada görsel olarak sunulan kareler bir şeyin en düzgün, en harika, en mükemmel halidir. Bu uyaranlara sürekli olarak maruz kalındığında zihinde bir şeyin nasıl olması, nasıl görünmesi gerektiği ile ilgili çıtayı oldukça yukarılara taşımış oluruz farkında olmadan. Fakat bir müddet sonra bu çıta yükseldikçe yükselir ve “ya hep ya da hiç”, “ya mükemmel ya da berbat” gibi kutup fikirlere ve iki uçlu düşüncelere, siyah beyaz değerlendirmelere itebilir. Önünüze gelen iş böyle bir değerlendirme süzgecinden geçirildiğinde o işi mükemmel yapma prensip hale geldiğinde, en ufak bir hatanın dahi çıkması ihtimali yüksek bir kaygıya neden olur. Bu kaygı daha herhangi bir işe başlamadan ortaya çıkmaya başlar. Ve kişinin performansını, davranışlarını, düşüncelerini etkiler.

Mükemmelliyetçilik genelde bir kişilik yapısı olarak değerlendirilir fakat bu değerlendirme değiştirilemez algısını içinde barındırır. Halbuki bunun edinilmiş bir algı, yüklenmiş bir bakış açısı olduğunu kabul edersek, değişebilir bir özellikten bahsetmiş oluruz. Kişi, bu mükemmellik algısını, siyah-beyaz düşünceleri fark ettiğinde, bir şeyin olması gereken sınırlarını ne kadar dar ve katı çizdiğini görebilir. Bu sınırlar esnerse, genişlerse, kutuplardan orta çizgiye yaklaşılırsa, çoklu ihtimaller değerlendirilirse, mükemmellik algısı yerini doğallığa, olağanlığa ve farklılıklarla zenginliğe bırakabilir. Eğrisiyle, büğrüsüyle, azıyla, çoğuyla bir şeyler kabul görmeye başladığında, beklentiler azalır ve dolayısıyla da kaygı düşüşe geçer.

Yüksek Beklentiler

Kaygının artmasının en önemli sebeplerinden bir tanesinin insanın ulaşması gereken hedeflerin, üstlenmesi gereken rollerin oldukça fazlalaşması olduğunu düşünüyorum. İş, aile, sosyal yaşam, özel hayat ile ilgili bir insana çizilen roller oldukça artmış durumdadır. Ulaşılmak istenen kriterler değişti. Modern öncesi dönemde her birey içinde bulunduğu şartların ona sunduğu imkanlar ve olanaklar dahilinde yapabileceklerini yapmaya gayret ederken, modern dönemde ailevi özellikler, kişisel özellikler düşünülmeksizin, yaşadığı ortam, çevresel ve toplumsal faktörler hesaba katılmaksızın herkesin eşit şartlara ve imkanlara sahip olduğu öngörülerek tüm bireylerden benzer hedeflere ulaşması, benzer bir hayat tarzını benimsemesi, benzer rolleri üstlenmesi beklenmektedir. Bu durum, bireysel farklılıkları yok ettiği gibi kaygı düzeyini de oldukça yükseltmektedir. Diğer yandan, gelecekle ilgili beklentiler de arttı. Gelecekte varılmak istenen nokta öyle uzak, öyle zahmetli ki bir insanın durmadan dinlenmeden koşmasını gerektirecek kadar... Bu da oldukça stres ve kaygıyı tetikleyen bir durum. Beklentilerle ilgili bir revizyona gidilmediği sürece kişinin daha fazla strese girmesi kaçınılmazdır. Bu nedenle, beklentileri tespit edip, bu beklentilerin kime ait olduğunu belirlemek sonrasında tekrar dönüp o beklentiyi hala hayatımızda taşımayı isteyip istemediğimize karar vermek beklentileri düzenlemek hatta belki sınırlandırmak açısından yardımcı olacaktır.

Kaygının en başta belirttiğim gibi birçok nedeni bulunmaktadır. Bu yazıda daha çok değiştirilebilir olan birkaç nedeni üzerinde durmaya gayret ettim. Bu özelliklerin (kontrolcülük, mükemmelliyetçilik, yüksek beklentiler) hayatınızdaki etkilerinin farkına varmanız durumunda bunlarla ilgili bir revizyona, bir değişikliğe gidebilmeniz mümkün olacaktır. Bu etkenler değiştiği takdirde kaygı seviyesi düşmeye başlayacaktır. Bir sonraki yazımda kaygıyla baş etme yollarını ele alacağım.


Uzman Klinik Psikolog/ Yetişkin ve Ergen Terapisti
İclal Eskioğlu Aydın

Yorumlar

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Kaygı Yazı Dizisi / Kaygıyla Nasıl Baş Edebilirim?

Kaygı yazı dizisinin üçüncüsünde kaygı ile baş etme yollarından bahsedeceğim. Daha önceki yazılarda kaygının doğası ve nedenleri ile ilgili bilgi vermeye gayret etmiştim. Kaygı ile başa çıkmanın ilk adımı kaygıyı tanımaktan, doğasını bilmekten geçer. Kaygının gerekli ve hayati mi yoksa hayatı sabote eden bir şekilde mi ortaya çıktığını ancak kaygının işlevini ve doğasını bildiğimizde anlayabiliriz (Bakınız: Kaygıyla Yazı Dizisi /Kaygıyı Tanıyalım). Kaygıyı tanıdığımızda kaygının tamamen yok edilmesi, def edilmesi gereken bir duygu olmadığını, hayati bir işlevi olduğunu, bizi koruduğunu, bizi motive ettiğini biliriz. Dolayısıyla “kaygı” ile kurmak istediğimiz ilişkiyi daha net ve gerçekçi bir şekilde belirleyebiliriz. Kaygının Etkilerini Bilmek Kaygının doğasını tanıdıktan sonra kaygının hayatınız üzerindeki etkileri ile ilgili kısa bir değerlendirme yapmanız, kaygının hayatınızı ne düzeyde ele geçirdiğini fark etmenizi sağlayacaktır. Bu noktada kendinize sorabileceğini

Sosyal Kaygı ve Çekingenlik

Son dönemde, “özgüven eksikliğim var”; “sosyal ilişkilerimde hiç girişken değilim”; “sosyal kaygı yaşıyorum” gibi problemlerle terapiye başvuran danışanların sayısı arttı. Bunun sebepleri üzerine düşünmek beni bu yazıyı yazmaya iten şey oldu. Öncelikle, “özgüven”, “dışadönüklük”, “girişimcilik” gibi özelliklerin neden önem kazandığına bakmak gerekir diye düşünüyorum. Global dünyanın mesleki ve sosyal sahası gereği ve sosyal medyanın hayatımızdaki rolü gereği dış dünyayla, sosyal ağlarla etkileşimimiz son derece önemli hale geldi. Bu etkileşim dolayısıyla da dış dünyaya bakan yüzümüz, görünümümüz, kendimizi tanıtma biçimimiz en mühim meselemiz oldu. Peki bu “dış yüzümüz” nasıl olmalı? İşte bunun da kriterleri var. Medya araçları bu kriterleri bir paket program halinde sunmakta. Örneğin, bir dizi kahramanı her zaman etkileyici düzeyde dışa dönük ve girişimcidir. Veya işin uzmanları çıktıkları televizyon programlarında, özgüvenin ne kadar önemli ve çocuklarımıza kazandırmamız gereken b

Terapiye Gitmek

Psikologa veya terapiye gitmek önceleri “ben deli miyim?” gibi bir düşünce ile özdeşleşmekte idi. Bu yafta pek yaygın olduğundan insanlar terapiye gitse dahi kimse terapiye gittiğini dillendirmezdi. Bu, saklanması gereken bir durum gibi görünürdü. Son dönemlerde ise bu fikir oldukça değişti. Yerine “herkes yardım alabilir” ifadesi baskın olmaya başladı. Peki işin aslı nedir? Yardım almak ne demektir? Yardım almak zayıflık mıdır? Hangi durumlarda yardım alınmalı? Kimlere başvurulmalı? Yardım almak zayıflık mıdır? Toplum içerisinde belirli düşüncelerin baskın hale gelmesi belirli söylemlerle mümkün olmaktadır. Mesela “Yardım almak zayıflıktır” gibi bir söylem toplumda yaygın hale geldiğinde insanlar zor zamanlar yaşadıklarında terapi seçeneğini gözden geçirmezler ve yükleri ne kadar ağır olursa olsun kendileri kaldırmaya çalışırlar. Halbuki “Herkes yardım alabilir” gibi söylemler toplumda hakim olduğunda insanlar ne yaşadıkları problemlerden ne de yardım almaktan utanç duyarlar